MAKALELER

BİR SEVİYE AYNASI: MÛSIKÎ ( Yazan: Cinuçen Tanrıkorur )

(Müzik) 26/12/2015 Derleyen: Yusuf Incetire

İnsan sevdiği ve alıştığı şeylerin bitmesine üzülür; onlar hep aynı güzellik, tazelik ve heyecanla ömrünün sonuna kadar devam etsin ister. Ömrünün sonu gelince ona da üzülür, çünkü yaşamak da-insanca bir gafletle- sevdiği, alıştığı bir şeydir. Küçük de olsa bir mânevî desteği veya eğitimi olanlarsa, bunun bir bitme değil, bir istihale olduğunu, yani yaşamanın bir farklı planda devamı olduğunu düşünüp rahatlarlar. Ama seviye biterse ne olur? İnsanın bin küsur yıl boyunca “o mâhîler” gibi bilmeden içinde yaşadığı, sevdiği, alıştığı seviye biterse ne olur? Bu nasıl, nereye doğru bir istihaledir? Seviyenin bitmesi veya durmadan düşmesi, daha alçak, hep daha alçak seviyelere, sonunda -düşülecek yer de kalmayınca- seviyesizliğe olacağına göre, bu neyin, nasıl bir devamıdır ve kimi, neye ümitlendirebilir? Kimi? Bir toplumun bozula-çürüye yok olmasını arzu edeceklerden başka?!
Dünyamızın en eski medeniyetini kurmuş olan Çinlilerin ünlü bilgesi Konfüçyüs’ün mûsikîyle ilgili çok önemli bir sözü vardır:
“Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir”. Müziğe verdiği önem, akla, tarihin tanıdığı bu ilk büyük ahlakçının -bizim de birçok büyük bilgemiz gibi- aynı zamanda bir müzisyen olmuş olabileceği ihtimalini getiriyor. 2500 yıl öncesine ait hayat hikâyesinde bu konuda bir kayıt yok, ama bir toplumun yükselme veya çökmesinde müziği bu kadar kesin bir ölçü kabul ettiğine bakılırsa, fiilen müzisyen olmasa bile, bu sanatın mâna ve ehemmiyetini derinden kavramış bir büyük ruh olduğundan şüphe edilmemesi gerekir. III. Selim çağı bestekârı ünlü tanburî Zeki Mehmet Ağa da, hacca gitmeden önce vedalaşmak için gittiği ve “Hacca gidiyorum, orada saza tövbe edeceğim ve bir daha çalmayacağım” dediği İstanbul kadısı müderris Arif Efendi’den, “Çal evladım, çal, böyle çaldıktan sonra Arafat’ta bile çal!” cevabını almıştı. Bu sohbetin gerek başlığından, gerekse başlar başlamaz yaptığımız nakillerden, sonunda lafı nereye getireceğimizin anlaşıldığına kani olmakla beraber, yine de, tarihimizde gerçek bir yükseliş sırrı ve bir seviye aynası olan mûsikî sanatımızın hazin macerâsı üzerine bir-iki söz söylemek istiyoruz. Hani, kıylükal kabîlinden... Zaten daha fazlasına bizim ne aklımız yeter, ne bilgimiz.
IX. yy.ın ünlü Arap yazarı El-Câhiz Fazâilü’l-etrâk’inde Türkleri şöyle anlatır: “Türkü attan ayrı düşünmek mümkün değildir; o atın her yerindedir: sırtında, karnında, kuyruğunda, yelesinde”. Bize göre mûsikî de Türkün her yerinde, her şeyindedir: sevincinde, kederinde, barışında, savaşında (bu savaşı ister cihâd-ı ekber olarak alın, ister cihâd-ı asgar). Bunu, “Türk mûsikîyle doğar, mûsikîyle yaşar, mûsikîyle ölür” vecizesiyle Sadeddin Arel de tespit etmişti. Dahası var: biz mûsikîden öldükten sonra da kopamayız: kabrimiz başında Kur’an, akşam devir hatmimiz, 7’miz, 40’ımız, 52’miz, mevlidlerimiz, kandillerimiz, zikirlerimiz, dualarımız, gülbanklarımız... Elest bezmindeki “Kün!” emr-i ilâhisinden sûr-ı İsrâfîl’e kadar.
Peki ama, niçin mûsikî? Eski mûsikîcilerimizin “ilm-i şerîf’, Tanburî Cemil’in “lisânullah” olarak tavsîf ettikleri bu sanatın kudsiyyeti neresinden geliyor acaba? Bu sorunun cevabı, bütün dillere Yunancadan geçmiş olan “mûsikî” kelimesinin kök anlamındadır:
“ta musikhe” = “musa”ların (yani “peri”lerin) konuştuğu dil. “Sesler sanatı”nın metafizik cephesini açıkça ortaya koyan bu mâna, aynı zamanda, bir insan ilmi olan matematik ve dolayısıyla nazariyâtın, mûsikîdeki bazı meseleleri çözmekte neden âciz kaldığının da izahıdır. İbadette, tabâbette, cihatta Türklerin mûsikîden neden bu kadar fazla istiâne ettiklerinin, güç aldıklarının cevabı da buradadır. Mümeyyiz vasfı esas itibariyle bir “ses mûsikîsi” oluşunda ortaya çıkan Türk mûsiksî, söze verdiği ağırlık dolayısıyla önce bir şiir mûsikîsidir. Malzemesi çoğunlukla tasavvufî mecaz ve mazmunlardan meydana gelen dîvan edebiyatının da -ifade tekniği itibariyle- önce bir dil mûsikîsi oluşu gibi.
Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedür,
Men kimem, sâkî olan kimdür, mey u sahbâ nedür?
Âh ü feryâdın, Fuzûlî, incidüpdür âlemi,
Kerbelâyı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedür?
Bir an için manasını düşünmesek bile, bu sözler her şeyden önce mûsikî, yani “meleklerin dili” ile söylenmiş sözler değil midir? Nâbî;
Hem-sohbet-i dildâr ile mesrûr idik evvel,
Bir bahtı müsâid deyu meşhûr idik evvel...
İşkeste sifâl ile mey içsek n’ola şimdi?
Gayret-füken-i kâse-i fağfur idik evvel!
der de, şiir halinde dahi bir mûsikî şelalesi olan bu ihtişam karşısında, ltrî yerinden fırlamaz mı? Şaire, aynı güçte bir heyecan şerâresi olan Pençgâh Beste’siyle cevap vermez mi?...
------------------
Kaynak:

Bu makale, Türk Kültür Vakfı’na ait internet sayfasından alınmıştır.

Türk Müziği Sitesi, Türk Kültür Vakfı tarafından hazırlanmıştır.

Telif Hakkı ve Gizlilik

Yorumlar

    Yorum eklemek için lütfen giriş yapın.

    © Copyright Firkat e.V. Stuttgart.......Design by faze Webmaster